Üç Maymun Veya Şapkasız Tavşan!
Alman işletmelerinde yan yana duran üç maymun heykelciği olurmuş. Birisi gözlerini,diğeri kulaklarını, sonuncusu ağzını kapatırmış. Almanlar buna "nicht sehen, nicht horen und nicht sprechen" derlermiş. Yani,"görmüyorum, duymuyorum, konuşmuyorum." Üç maymun örneğinin değişik bir versiyonunu Azerbaycanlı bir dostumuz anlattığında, bu nükte bende çağrışım yapmıştı. Azerbaycan versiyonunda üç maymun örneği; “görme, duyma, konuşma isteklerinizin hepsine tamam, fakat hissetme deme onu yapamam” şeklinde daha derin bir mana içeriyordu.
Balçıkla sıvanamayacak güneş gibi hakikat olan eksikleri, gözlerimizi kapatmakla yok edemeyiz. Küçükken oynadığımız körebe oyunu daha masumdur, görmezlikten gelme oyunundan. Problemlerin üstüne kuluçkaya yatmak problemi yok etmez, bilakis palazlanmasını hızlandırır. Bir halının üzerindeki tozları süpürüp altına atmakla iş sadece geçiştirilmiş olur. Yanlışı ya da eksiği inkar edemeyeceğimize göre, bize bir karakuşi lazımdır. Ellerimizde mum, gün ışığında günah keçisi aramamız boşuna değildir. Verdiğimiz bir takım maddi imkanların diyetidir adeta, “konuşmasınlar, duymasınlar, görmesinler” talebi. Kendilerini inkar etmelerini yada şahsiyetlerini ayaklar altına atmalarını istememizde, ağır faturasıdır sanki bu işin. İşte o an senin kendinle mücadelen başlar. Aş, eş, iş endişesiyle üç maymunu oynamak ya da şahsiyetinle bütünleşerek, adeta tekrar dirilmek. E. Cummings’in dediği gibi “Seni diğerlerinden farksız yapmaya bütün gücüyle çalışan bir dünyada, kendin olarak kalabilmek, dünyanın en zor savaşını vermek demektir. Bu savaş bir başladı mı, artık hiç bitmez!” .
“Ayaktaki bir adamın etrafından dolaşılır, yatan bir adamın üzerinden yürünür” diyen Konfiçyüs bu asrın insanına sesleniyor ve zilletten izzete davet ediyor. İzzetin bedeli vardır ve ağırdır. Zillet ise bedelsizdir, şahsiyet hariç. “Kendi olarak kalabilmek” savaşına kendini adayan savaşçı bütün sürprizlere hazır olmalıdır.
İşe kendini sorgulamakla başlar savaşçı. Ve, gönül verdiği değerler adına yapılan ihmallere göz yumamaz, sessiz kalamaz. Birileri, “bu kadar büyütülecek ne var?” rahatlığını yaşarken, o hafakanlarıyla sarmaş dolaştır. Şahısların hakkına feda edilen Hakkın hatırıdır, onu huzursuz eden. Bilsek ki, bugün karşılaştığımız sorunların temeli dünkü çözümlerde yatmaktadır.. Bilsek ki, dünkü çözüm benzeri bugünün dayatmaları, yarının problemleridir.. Bilsek ki, toz pembe bulutların üstünde, fildişi kulelerin içersinde, hapsolmuş hayal dünyası ve dumura uğramış kabiliyetlerle gidilemez bir yere.. Bilsek ki, devlerin yükünü karıncalar taşıyamaz.. Bilsek ki, sular bulanmadan durulmaz... Fakat, bilmeyiz ve bilmediğimizi de bilmeyiz. Ve, devrin gerçeklerinden uzak bir fosilleşmiş mantalite ile boza pişiririz gariplerin ensesinde. Pişirir ve içiririz sessiz yığınlara hayat iksiriymiş gibi yıllarca. Lakin, mazlumların ahını almak risk taşır. Gariplerin çile kazanları kaynamaya başlayınca , kep düşer, kel görünür ve o zaman anlaşılır kralın çıplak olduğu!
Aslanın canı sıkılmış bir gün. Tilki imdadına yetişmiş ve akıl vermiş: “Kralım, çağırın tavşanı, 'nerede senin şapkan?' diye sorun. Şapkası yoksa niçin yok, varsa niye var diye sıkıştırın, alın size eğlence!”Aslan, '”bak bu iyi akıl” demiş ve tavşanı bir güzel hırpalamış. Ama, ertesi gün yine can sıkıntısı.. Aynı numarayı tekrarlamak da aslanlığa yakışmıyor! Tilki yine yetişmiş: “Kralım kolayı var; çağırın tavşanı, bir sigara isteyin. Sigarası yoksa döversiniz; varsa, filtreli ise niçin filtresiz, filtresiz ise niye filtreli diye dayak atar, eğlenirsiniz.”' Aslan hemen çağırmış tavşanı ve sormuş: “Sigaran var mı?” Tavşan hemen iki paket sigara çıkarmış. “Buyurun kral hazretleri, filtreli mi istersiniz, filtresiz mi?!” Aslanın kafası karışmış, ne diyeceğini şaşırmış ve çaresizlik içinde gürlemiş: “Bak şu edepsize, nerede be senin şapkan?!”